Hz. Hüseyin’in oğlu, 4. imam – Y.Asya Enstitüsü (658-713m)
Hazreti Hüseyin’in (ra)oğlu ve Hazreti Ali’nin (ra)torunudur. On iki imamın dördüncüsüdür. Tabiinin büyüklerinden olup, büyük sahabelerin çoğunu görmüştür. Risâle-i Nur’da, Hazreti Hüseyin’in soyundan gelen manevi mehdi hükmünde olduğu belirtilmektedir. (Mektubat, s. 100)O da şehit edilenlerdendir. Hazreti Hüseyin’in neslini devam ettirmesinden ötürü Seyyidü’l-Sacidin olarak anılmıştır. Büyük takva sahibi ve ibadete düşkünlüğünden ötürü, ibadet edenlerin süsü manasına gelen “Zeynelabidin” lakabıyla meşhur olmuştur. Künyesi Ebu Muhammed (veya Ebü’l-Hasan)Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebi Talib şeklindedir.
Asıl adı Ali olan Zeynelabidin, 658 yılında (bazı kaynaklara göre 655 veya 666)Medine’de doğdu. Babası Hazreti Hüseyin (ra)ve annesi de Acem sultanının kızı olan Şehr-i Banu Gazele’dir. İran’ın fethinden sonra esir alınan sultanın üç kızından biri olup, Hazreti Ali (ra)tarafından Hazreti Hüseyin ile evlendirilmiş ve bu izdivaçtan Zeynelabidin dünyaya gelmiştir. Fitnenin yoğun bir şekilde yaşandığı bir dönemde yaşadığı için o da dönemin ızdıraplarından nasibini almıştır. Kerbela faciasında başta babası Hazreti Hüseyin (ra)olmak üzere, çok sayıda müminin şehit edilmesine şahit olmuştur.
Zeynelabidin, Kerbela faciasının yaşandığı sırada orada bulunuyordu. Ancak, yataktan kalkamayacak kadar hasta olması ve tabii olarak çarpışmalara katılmamasından ötürü hayatta kaldı. Oysa ki, ailesinin büyük ekseriyeti şehit oldu. Önce Yezid’in yanına götürüldü. Yezid, kendisine iyi muamelede bulundu. Daha sonra Yezid’in yanından ayrılarak Medine’ye gitti ve buraya yerleşti. Ömrünün sonuna kadar da siyasi olaylardan uzak kalmaya büyük itina gösterdi. Yezid’e karşı burada meydana gelen ayaklanmaya ve isyana katılmadı.
Risâle-i Nur’da, Ehl-i Beyt’in başına gelen bu feci hadisenin kader noktasındaki hikmetine temas edilmektedir. Bu mübarek insanlar haklı oldukları, hareket noktaları ve ortaya çıkış amaçları tamamen doğru olduğu halde, İlahi kaderin, onların mağlubiyetine cevaz vermesine açıklık getirilmektedir: “Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi-tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.” (Mektubat, s. 58-59)İşte, Bediüzzaman’ın bu izahatına, yani Ehl-i Beyt’in dünyadan küsmelerine önemli bir örnek Zeynelabidin’dir. Yezid’in, komutan ve valilerinin tüm yanlışlarına rağmen, Müslümanların zarar görmemesi ve fitnenin devam etmemesi için müsbet hareket ettiği açık bir şekilde görülmektedir. O, siyasi cereyanlardan çok, yönünü iman ve Kur’an hizmetinde yoğunlaşarak tayin etmiştir.
Peygamber Efendimizin (asm), torunları Hazreti Hasan ve Hüseyin’e gösterdikleri sevgi ve ilgi, bu mübareklerin soyundan gelecek olanları da kapsamaktadır. Onları sevip okşamasında Zeynelabidin ve diğerlerinin de hissesi vardır. “Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.)silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i Risâlet hesabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.” (Lem’alar, s. 26)
Zeynelabidin, Medine’de ömrünü iman hizmetine ve ibadete adadı. Özellikle ibadetteki hassasiyetiyle meşhur oldu. İbadete olan düşkünlüğünden dolayı; kulların ziyneti, süsü anlamına gelen “Zeynelabidin” lakabıyla anıldı. Her abdest alışında adeta başka aleme gider ve rengi sararmaya başlardı. Renginin ve dünyasının değiştiğini görenler, merak edip sebebini sorduklarında; “Huzuruna çıktığım Zat’ı düşünmek, benim dünyamı değiştiriyor, tefekkür alemimi kaplıyor. Bu alemle alakam, o yüzden kesiliyor, değişik ruh haline giriyorum.” (Ahmed Şahin, Örnek Yaşayışlarıyla İslam Büyükleri, YAY., s. 61-62)cevabını verirdi.
Zeynelabidin ve soyundan devam edegelen Ehl-i Beyt mensupları, Sünnet-i Seniyye’nin en önemli takipçileri ve devam ettiricileri oldular. En sağlam ve selametli yol, Kur’an-ı Kerim’in her asra göre tayin ettiği ölçü, en önemli rehber hep bu mübarek silsilenin gayret ve himayeleriyle devam etti. Gerek Zeynelabidin, gerekse ondan önce ve sonra gelen Ehl-i Beyt silsilenin Risâle-i Nur hizmetinde ayrı ve özel bir yeri vardır. Bediüzzaman, “Üveysi bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azam’dan (k.s.)ve Zeynelabidin (r.a.)ve Hasan, Hüseyin (r.a.)vasıtasıyla İmam-ı Ali den (r.a.)almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.” (Emirdağ Lahikası, s. 61)demek suretiyle, bu önemli konuya temas etmekte ve Risâle-i Nur hizmetinde takib edilen yöntem ve tarzın bu mübarek silsilenin tarz ve yöntemi olduğunu ifade etmektedir.
Zeynelabidin’in en büyük hizmetlerinden bir tanesi de Cevşenü’l-Kebir’in nakil vasıtalarından biri olmasıdır. Bu hususla ilgili olarak Bediüzzaman, “Yeni Said’in hususi üstadı olan İmam-ı Rabbani, Gavs-ı Azam ve İmam-ı Gazali, Zeynelabidin (r.a.)hususan Cevşenü’l-Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Vecheden aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü’l-Kebir’le daima onlara manevi irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risâle-i Nur’dan bize gelen meşrebi almışım.” (Emirdağ Lahikası, s. 183), ifadeleriyle hem Cevşenü’l-Kebir’in nakil vasıtalarını hem de Hz. Ali’ye dayanan meşrebinin kökenini ortaya koymaktadır.
Büyük bir takva sahibi olan Zeynelabidin, fakir ve kimsesizlere yardım konusunda da büyük bir gayret gösterirdi. Çok sayıda fakire yardım ettiği halde, ihlas düsturu gereği bunu hiç kimseye fark ettirmezdi. Gece karanlığında sırtında un taşıyarak bunu muhtaçlara yetiştirirdi. Sürekli bu işi yaptığı halde hiç kimse bilemedi. Ancak, vefatından sonra cenazesi yıkanıp sırtındaki nasırlaşmış yerle karşılaşılınca durum öğrenilebildi. Elinde bulunanı muhtaç olanlardan asla esirgemeyerek, her müminin derdine merhem olmaya çalışırdı.
Zeynelabidin’in büyük bir yardımsever olduğunu gösteren hadiselerden bir tanesi de Muhammed Bin Üsame’nin borçlarını üstlenmesidir. Hasta olan bu şahsı ziyaret etmek için evine gittiğinde, ağladığını gördü. Sebebi de on beş bin dirhem borcunu ödeyemeden Allah’ın huzuruna borçlu çıkma korkusu idi. Durumu öğrenen Zeynelabidin, hazır bulunanlara seslenerek söz konusu borcu üstlendiğini, bundan sonra Muhammed bin Üsame’nin ne kadar borcu varsa kendisinin ödeyeceğini bildirdi. Söz konusu şahsın hiç bir borcunun kalmadığını orada bulunanlara ilan etti.
Zeynelabidin, günün birinde hizmetçisinin çağrıldığı halde geciktiğini görünce sebebini sordu. Hizmetçi de; affedici, müsamahakar biri olduğunu bildiği için fazla acele etme ihtiyacı hissetmediğini belirtti. Zeynelabidin (ra)bu cevap karşısında Allah’a şükrederek; “… hizmetçim de benden emindir. Ben de emin insan olmak isterim. Herkes benden emin olmalı, korku ve endişe duymamalı.” (Ahmed Şahin, Örnek Yaşayışlarıyla İslam Büyükleri, s. 62-63)demek suretiyle, hizmetçiye kızmadı, aksine, memnuniyetini dile getirdi.
“Hayret edilir o kimseye ki, hayatında zararı dokunacak yemeklerden kaçınır da, vefatında zararı dokunacak günahlardan kaçınmaz.” sözünün sahibi olan Zeynelabidin, 713 yılında “vefatında zararı dokunacak günahlardan kaçınan” salih kullardan olarak Hakk’ın rahmetine kavuştu. Naaşı, amcası Hazreti Abbas’ın (r.a.)yanına, Baki Mezarlığına defnedildi.