Hıristiyan ve Yahudilere Kafir Demek Doğrumudur ?
Bu soruyu meşrutiyetin ilanından sonra doğu aşiretlerini aydınlatmaya gittiğinde Bediüzzaman’a sormuşlar. Münazarat isimli eserde aktarıldığına göre, Bediüzzaman “hayır” diye verdiği cevabını iki temel gerekçeye dayandırmış.
Birincisi, hakaret manasına geldiği için manevi eziyettir. Adalet-i ilahiye Müslüman’ın başkasına eziyet etmesine müsaade etmez.
İkincisi, “Kâfirin iki manası vardır: Birisi ve en mütebadiri (yaygın olanı) dinsiz ve münkir-i Sâni (Allah’ı inkar eden) demektir. Şu mana ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye (söylemeye) hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberimizi ve İslamiyet’i münkir (inkar eden) demektir. Şu mana ile onlara ıtlak etmek (söylemek) hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen (geleneksel olarak) evvelki mananın tebâdüründen (akla gelmesinden), bir kelime-i tahkir (hakaret kelimesi) ve eziyet olmuştur.” (1)
Üzülerek ifade etmeliyim ki, bir kısım insanlar, kafir lafzındaki hakareti bile az bulduğu için, ehl-i kitaba gavur demeyi tercih ediyor. Yakın zamanda Türkiye’den çok kıymetli bir misafirim gelmişti. Beraber bulunduğumuz şehirdeki tarihi yerleri geziyorduk. Misafirim, Hıristiyan birini gördüğünde, “gâvur” lafzını ağzından eksik etmiyordu. Birkaç defa benzer sözleri duyunca, dayanamayıp şöyle dedim: “Siz her gün akşama kadar “gâvur” deseniz bile, size hiç bir sevap yazılmaz. Sevap kazandıran mübarek zikirler arasında “gâvur” lafzı yok. Boşuna vaktinizi zayi etmiş olursunuz. Oysa Müslüman olmayanları gördüğünüzde “Allah hidayet versin” diye dua ederseniz, hem kendinize hem de onlara iyilik yapmış olursunuz. Ağzınızdan çıkan her dua amel defterinize sevap olarak kaydedilir. Peygamberimizin (a.s.m.) ilk tebliğinden itibaren on üç sene boyunca çok az kişi dışında etrafındaki bütün insanlar, sizin tabirinizle “gâvur” idi. Peygamberimiz (a.s.m.), onlara gâvur demek yerine, hem sözleriyle, hem de halleriyle onların hidayeti için dua etti. Biz de peygamberane yolu takip etmeliyiz.”
Gayr-i müslimlere yönelik kullandığımız kavramları tekrar gözden geçirmeliyiz. Kafir ve münkir gibi kavramlar zamanla anlam kaymasına uğramış. Tanımlayıcı olmak yerine hakaret anlamında kullanılıyor. Oysa Arapçada inkar ve nankör aynı kökten gelir. İkisi de bir şeyi setretmek, üzerini örtmek manasında kullanılır. “Kafir” ve “Münkir”, yani inkar eden, Allah’ın varlığına işaret eden hadsiz delilleri örten demektir. Yani delilleri cehaletle, yanlış gelenekle veya seküler eğitimle örttüğü için göremeyen biri Allah’ın varlığını kabul etmez, yani inkar eder. Aynı şekilde hadsiz nimetlerin Allah’tan geldiğini göremeyen biri de “nankör”lük eder. Yani nimetlerin kaynağını göremez. Bu sırdandır ki, nimetlerin kıymetini takdir edip şükretmek yerine şikayet edenlere, “küfran-ı nimet etme!” denir. (2)
Kur’an herkesin “Ahsen-i takvimde” yaratıldığını, Firavun dahi olsa son ana kadar iman edip en yüksek mertebe olan “ala-yi illiyyin”e çıkma ihtimalinin olduğunu bize ders veriyor. O halde bizler de Müslüman olmayanlara karşı aşağılayıcı manada değil, tarif edici manada “münkir” ve “kafir” kavramlarını kullanmalıyız. Madem, günümüzde bu kavramlar aşağılayıcı manayı akla getiriyor, onları kullanmayı bütün bütün terk etmeliyiz.
Yerlerine Kur’ani kavram olan “ehl-i kitap”ı ikame etmeliyiz. Seyyid Hüseyin Nasr’a göre, Osmanlı’dan önce ehl-i kitap da “inananlar” kategorisine dahil ediliyordu. Onlara kafir denilmiyordu. Osmanlı ile birlikte bu gelenek değişti. Müslüman olmayanların hepsi “küffar” olarak anılmaya başlandı. (3) Kanaatimce, Osmanlı’dan devraldığımız bu yanlışı düzeltmeliyiz. Gâvur, zındık gibi aşağılayıcı kavramları terk etmeliyiz. Aksi halde, gayr-i müslimlere karşı önyargımız, onlara hakikati ulaştırmamıza engel teşkil eder.
Ehl-i Kitapla İlişkilerimiz
Aslında Hıristiyanlar ve Yahudiler de bizim gibi aynı Allah’a iman edip ibadet etmeye çalışıyorlar. Allah’ı inkâr etmiyorlar, tariflerinde hata yapıyorlar veya O’na şirk koşuyorlar. İlginçtir, Bediüzzaman birçok İslam aliminin aksine, ehl-i kitaptan birinin, şirki terk ederek “la ilahe illallah” demekle kurtulabileceğini söylüyor. Bazılarının tenkit ettiği gibi, Bediüzzaman Hz. Muhammed’e (a.s.m.) iman etmenin gerekmediğini kastederek kelime-i şehadeti değiştirmiyor. Aksine, Peygamberimizi tanıyıp iman etmeyen birinin Allah’a da iman edemeyeceğini, etse bile imanının makbul olmayacağını söylüyor. Ancak, Peygamberimizi duymadığından veya doğru bir şekilde tanımadığından dolayı kabul etmeyenlerin durumunun farklı olabileceğini ifade ediyor:
“Adem-i kabul (kabulün yokluğuyla) başkadır, kabul-ü adem (yokluğun kabulü) başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe (meczup olanlar) ve ehl-i uzlet (toplumdan kendini soyutlayıp tek başına yaşayanlar) veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar, Peygamberi bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlâhiyeye (Allah’ı bilme ilmi) karşı yalnız “Lâ ilâhe illallah” biliyorlar. Bunlar ehl-i necat (kurtuluş ehli) olabilirler.
Fakat Peygamberi işiten ve davasını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenâb-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında yalnız Lâ ilâhe illâllah kelâmı, sebeb-i necat (kurtuluş sebebi) olan tevhidi ifade edemez. Çünkü o hal, bir derece medar-ı özür (özür sebebi) olan cahilâne adem-i kabul (kabulün yokluğu) değil; belki o kabul-ü ademdir (olmadığının kabulüdür) ve o inkârdır.
Mucizâtıyla (mucizeleriyle), âsârıyla (eserleriyle) kâinatın medar-ı fahri (gurur sebebi) ve nev-i beşerin (insanlığın) medar-ı şerefi (şeref kaynağı) olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz.” (4) O halde vazifemiz, Cehennem zebanileri gibi, cehennemlikleri Cehenneme doldurup başında bekçilik yapmak değil, İslam’ı bilmeyen, Hz. Muhammed’i (a.s.m.) doğru bir şekilde tanımayan insanlara, mümkün olan her yolla hakikati ulaştırmaktır.
Bediüzzaman, cehaletinden dolayı, Peygamberimize iman etmeyen, ancak bir tek Allah’a inanan Hıristiyanların da kurtulabileceğini söylediği gibi, sahih hadislere dayanarak, dinsizlik cereyanlarına karşı, ehl-i kitapla aynı safta yer almamız gerektiğini de ifade ediyor: “Hadis-i sahihle, ahir zamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip müşterek (ortak) düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet (dindarlar) ve ehl-i hakikat (hakikat taraftarları), değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleriyle dahi, medar-ı ihtilâf (ayrılık sebebi) noktaları muvakkaten (geçici olarak) medar-ı münakaşa (tartışma konusu) ve niza etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz (saldırgan) dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar. …
Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarikata mensup Müslümanlar, şimdi bu acib zamanda, imanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden (dalalette olan gruplardan) bile olsa onlarla uğraşmamak ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden Hıristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza (tartışmalı) noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi, hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyan’ın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf (tartışmalı) meseleleri nazara almamak, niza etmemek (tartışmamak) gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak (ateizm) hücum ediyor.” (5)
Söz konusu ittifak sadece komünizme karşı değil, aynı zamanda sefahate dayalı Batı medeniyetine karşı da geçerlidir. Günümüzde, komünizm tehlikesi büyük ölçüde yok olmasına rağmen, “medeniyet-i sefahat” (eğlence medeniyeti) bütün dinleri tehdit ediyor. Ehl-i kitapla bu ortak düşmana karşı ittifak etmeye büyük bir ihtiyaç vardır. (6)
Hıristiyanlıkta Reform Hareketleri
İlk kilise ziyaretimde, oradaki insanların Rablerini aradıklarını anlamıştım. Ruhu ölmüş ve cesedi kalmış Hıristiyanlık onlara bu arayışta yardımcı olamıyordu. Başka gidecek yerleri olmadığı için, fıtraten Rabbini arayan insanlar, bir ümitle kiliselere gidiyordu. Oysa kilise onları Rablerine kul yapmak yerine, O’ndan gelen bir elçiye kul yapıyordu. Bunda kilise müdavimlerinin pek suçu yoktu. İki bin yıldır anlatıla gelen bir hikâyeye inanıyorlardı. Bir hakikat payı olmazsa bu kadar süre rağbet bulmazdı, diye düşünmüşler. Tıpkı çarpım tablosunu ilk defa öğrenirken, yanlış ezberleyen bir çocuk gibi. Böyle birinin ezberini değiştirmesi ancak doğruyu öğrenmesiyle mümkün olur. Kilise, matbaanın icadına kadar, İncil’i bile insanlardan uzak tutarak onların yanlışı görmelerine engel olmuştu. Baskı ve cehaletle, hakikati arayan insanlara yanlışı doğru gibi dayatmıştı.
Avrupa’daki reform hareketi, tahrif olmuş bir dinin tashih edilmesi hareketidir. Matbaanın icadından sonra, Hıristiyanlığın temel kaynaklarına ulaşan aklıselim sahibi insanların “bize bu yalanı artık yutturamazsınız!” demesidir. Kilisenin akla aykırı dayatmalarıyla oluşturduğu zifiri karanlıktan kurtulma gayretidir. Ne yazık ki, insanların kısıtlı akıllarının ışığına dayanarak gerçekleştirdikleri “aydınlanma hareketi” mutlak hakikati bulmak için yeterli olmamıştı. Avrupalı düşünürler teslisin Tanrı’yı beşer yapmasını reddederken, her bir insanı bir nevi tanrılaştırmıştı. Oysa Tanrı beşer olmadığı gibi, beşer de Tanrı olamaz.
İlk reform hareketi, kilisenin tahakkümünü kırıp insanlara hakikati arama özgürlüğü verdiği için önemlidir. Ancak, bu özgürlüğün kullanılması, insanları yanlıştan uzaklaştırmakla beraber, hakikate götüremedi. Seyahat edecek ekonomik gücü olmayanlara seyahat özgürlüğü tanımak netice vermediği gibi, hakikatten uzak tutulanlara, hakikati arama özgürlüğü vermek de pek bir şey değiştirmedi. Bir kısım insanlar, bazı yanlışları terk ederken, başka yanlışların içine düştüler.
On altıncı asırda başlayan reform hareketine benzer ikinci bir reform hareketi yaşanıyor Hıristiyanlıkta. Hıristiyanlığın hurafelerden arınıp Hz. İsa’nın getirdiği hakiki mesaja dönüşüne kadar bu hareket devam edecektir. Günümüzde, Amerika’daki iki kilise cemaati, ikinci bir reformla teslisi bırakıp tevhide yakın bir Allah inancına yaklaşmışlar. Birlik Kilisesi (Unity Church) ve Evrenselci Birlikçiler (Unitarian Universalist) adıyla ülke çapında organize olan bu iki kiliseye devam eden insanların ortak özelliği teslisi reddetmeleridir.
Hıristiyanlıkta İkinci Bir Reform Dönemi
Hıristiyanlarla irtibatı kuvvetli kılmamız gereğinin diğer bir nedeni, akıl ve bilimin hakim olduğu bir devirde, Hıristiyanlığın yeni bir reform yaşamasıdır. Peygamberimiz (a.s.m.) “Ahir zamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-i Muhammediye ile amel edecek” (7) hadisiyle bu gelişmeyi haber veriyor. Bediüzzaman, yukarıdaki hadisi tefsir ederken, Hıristiyanların teslisi bırakıp tevhide geleceklerini müjde veriyor: “Ahir zamanda, felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye (inkâr hareketi) ve inkâr-ı ulûhiyete (Allah’ı inkâr fikrine) karşı, İsevîlik dini tasaffi ederek (arınarak) ve hurafattan (hurafelerden) tecerrüt edip (sıyrılıp) İslâmiyet’e inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür.
Öyle de, Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür; yani, inkâr-ı ulûhiyet (Allah’ı inkar) fikrini öldürecek. İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek (ortaya çıkacak), yani rahmet-i İlâhiyenin semasından nüzul edecek (inecek), hâlihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek (temizlenecek), hurafattan (hurafelerden) ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslamiye ile birleşecek, manen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyet’e inkılâp edecektir. Ve Kur’ân’a iktida ederek (tabi olup), o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû (tabi olunan) makamında kalacak, din-i hak bu iltihak (katılım) neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır.” (8)
Evet, Peygamberimizin (a.s.m.), gaybı gören gözleriyle, gelecekten haber verdiği bütün hadiseler çıktığı gibi, yukarıdaki hadisin haber verdiği husus da, Allah’ın izniyle, gerçekleşecektir. United Church ve Unitarian Universalist gibi kilise cemaatlerinin, teslisi bırakarak tevhide yaklaşmaları buna işarettir. O halde, Müslümanlar olarak, Hıristiyan ve Yahudilere mesafeli durmak yerine, irtibatı kuvvetlendirip tevhid esasları üzerine ittifak ve ittihat etmeye gayret göstermeliyiz.
Kaynaklar:
1. Bediüzzaman Said Nursî, Münazarat, İfade-i Meram ve Uzunca Bir Mazaret, s. 71.
2. Müslüman olmayan Amerikalı iki öğretim üyesinin yazdığı, gayr-i müslimlere İslam’ı tanıtmak için hiç çekinmeden tavsiye ettiğim The Vision of İslam (İslam’ın Vizyonu) isimli kitapta “küfr” kavramı unbelief (inançsızlık) veya infidelity (dinden çıkmak) yerine ungrateful (şükürsüzlük) veya truthconcealing (hakikati örtmek) olarak İngilizceye çevrilmiştir. Schiko Murata ve William Chitteck’in yazdığı bu kitap aynı zamanda birçok Amerikan üniversitesinde ders kitabı olarak kullanılıyor.
3. Seyyid Hüseyin Nasr, The Heart of Islam, HarperCollins, 2002, s.44.
4. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, 26. Mektup, 4. Mebhas, Beşinci Mesele.
5. Bediüzzaman Said Nursî, Mektup No:151, Emirdağ Lahikası.
6. Köprü dergisinin Kış 2003 sayısından çıkan “Medeniyet-i Sefahat” ve “Medeniyet-i Fazilet”in Mukayesesi başlıklı makalemizde ehl-i kitapla neden ittifak etmeye muhtaç olduğumuzu etraflıca tartıştık. Arzu edenler, www.koprudergisi.com adresinden söz konusu makaleyi okuyabilir.
7. Buhari, Mezâlim, 31; Büyû’, 102; Müslim, Îmân, 242, 343; İbni Mâce, Fiten, 33.
8. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, 15. Mektup.
Not: Bu yazı yazarın Nesil Yayınları’ndan çıkan 11 Eylül’e Rağmen Amerika’da Yükselen İslam isimli kitabından alınmıştır.
Yoruma kapalı.