site
hd xxx tranny prozzie bangs butt.
lesbian duo enjoys analplay in closeup.xnnx

İslam Dininde Reenkarnasyon Varmıdır?

100

Soru : İslam dininde reenkarnasyon varmıdır? Özellikle Hatayda geçmiş yaşantılarını hatırlayıp; bu benim annemdi, ben burda yaşamıştım gibi tanımlamalarla çoğu şeyi bilip söylüyenler var Bunlar nasıl geçmiş yaşantılarını hatırlayıp, doğru bilgiler verebiliyor..

Cevap: Ruhun, bir bedenden diğer bir bedene geçişini kabul eden bâtıl inanışa tenasüh denilmektedir Bu inanca göre, bedenler ruhların kalıpları gibidir; ruh, kalıptan kalıba, bedenden bedene göç etmektedir, insan ruhu, cesedini terk ettikten sonra, karada, havada, yahut denizde yaşayan herhangi bir hayvanın bedenine girmekte, oradan da başka bir hayvanın bedenine, sonra, tekrar diğer bir insanınkine girerek varlığını devam ettirip gitmektedir

Hattâ bâzı iptidaî kavimler, insan ruhunun, önce madenlere, sonra bitkilere, daha sonra insanlara geçerek bir döngü şeklinde bir bedenden diğer bir bedene hicret ettiğine inanmışlardır Fisagor, “Ruh, tamamen maddeye baskın gelinceye kadar beden değiştirir” diyerek bunu, bir felsefi teori haline koymaya çalışmıştır Tâ ilkçağlara kadar uzanan bir görüş, daha çok basit fikirli insanlarca kabul görmüştür Semavî kitaplara, inanmayan, peygamberlerin tebliğlerinden uzak olanlar, Allahü Azimüşşân’ın âhiretteki ebedî ve dâimi menzillerini kavrayamadıklarından, yahut dar düşüncelerine sığıştıramadıklarından, fıtratlarındaki ebediyet arzusunu tatmin ve teskin edebileceği zannıyla bu fikre saplanıp kalmışlardır Bu yanlış inanışa, zamanla felsefi bir kılıf bile giydirilmiştir

Tenasühün Tarihçesi:

Tenasüh fikrinin, ilkönce nerede doğduğu hakkında ihtilâflar vardır Bâzı kaynaklara göre, bu teorinin kaynağı Eski Mısır’dır Tarihçi Herodot da aynı kanaattedir Eski Mısır’da, ölen bir kimsenin ruhunun, hayvanların, bilhassa kuş ve yılanların cesetlerine geçerek hayatını devam ettirdiğine inanılırdı Mısırlılar, ruhun, ölümün hemen akabinde bir hayvan cesedine girdiğine, havada, karada ve suda yaşayan pek çok hayvan cesedini dolaştıktan sonra, tekrar insan cesedine döndüğüne inanırlardı Firavunlar devrinde, Piramitlerin yapılması, bu kaba hurafenin etkisiyledir

Bazı kaynaklarda, bu köhne safsatanın, Mısır’da tahsilini yapan Fisagor tarafından Yunanlılara ve böylece, Batı Dünyası’na götürüldüğü kaydedilmektedir

Doğu’da ise, tenasüh görüşü daha yaygın bir şekilde, Hindistan’da görülmüştür Ganj ve Sent nehirlerinin sıcak havzalarında yaşayan insanlar, öldükten sonra ruhlarının, kuşların hayatında devam edeceğine inanırlardı

Dinler Tarihi araştırıldığında görülür ki, bu hurafe, Eski Mısır ve Hind’den önce, çok tanrıya inanan, iptidaî kavimlerin inanışları içerisinde de vardır Keza, Totemizmde de, tenasühün izlerine rastlanmaktadır

Eski insanlar, ruhların yalnız insan bedenlerine değil, aynı zamanda hayvanlara, bitkilere ve cansız varlıklara da göç ettiklerine inanmaktaydılar Bu sebeple, ruhun bir insan bedeninden diğer bir insan bedenine intikaline “Nash”, kendi ruh kabiliyetine uygun bir hayvanın bedenine göçüne “Mash”, nebatlara intikaline “Rash”, maden ve cansızlara intikallerine de “Fash” denilmiştir

Bu hurafe, Eski Yunan, Mısır, Hind, Çin ve İran’da farklı şekillerde ortaya çıkmıştır Meselâ, Hindistan’da tenasüh görüşü bütün varlıklara genelleştirilmiştir Buda ve Brahman dinlerinde mistik bir şekle bürünmüştür Neticede şöyle bir inanış benimsenmiştir “Temizlenen ve günahsız ruhlar Nirvana’ya erişir, günahkâr ruhlar da temizleninceye kadar, hayvan cesetlerinde dolaşırlar”

Eski Mısırlılar ise, tenasühü, yalnız insandan hayvana, hayvandan da tekrar insana göç şeklinde kabul etmişlerdir

Eski Yunan’da, felsefe tarihinden anlaşıldığı kadarıyla, tenasüh görüşüne, önce Fisagor, Eflâtun, sonra da, Yeni Eflâtuncular tarafından felsefi bir elbise giydirilmeye çabalanmıştır

İptidaî olarak, Mısır’da ortaya çıkan bu köhne görüş, Hint’te mistik şekle, Yunan’da felsefi şekle sokulmuş, İran’da ise bu bâtıl inanca bir ahlâki meslek ve din süsü verilmiştir Bu görüş, Zerdüşt ve Mezdekiler gibi dini gruplarda taraftar bulmuştur

İran’da, eskilerden gelen bu bâtıl felsefe, Şiîlik perdesi altında Gulat gibi bâzı Şiî kollarına geçmiştir Maalesef, bu ilim ve fikir asrında bile, hâlâ bu safsataya inananlara rastlanmaktadır! Bunlar, fikren tâ İlkçağlarda dolaşan ve bu asrın çalkantıları içerisinde bunalımlar geçiren kimselerdir

Görülüyor ki, Eski Yunan, Hint, Mısır ve Mezopotamya’da rastlanan bu inanış, daha sonra, kuvvet ve te’sirini yavaş yavaş kaybetmiş, semavi dinlerin, bilhassa İslâm Dini’nin yayılıp gelişmesi ile, fikir dünyasından büsbütün silinip gitmiştir

Fakat asrımızda, bu safsatayı yeniden sergilemek isteyen bâzı kasıtlı simalara rastlanmaktadır Bunların başında Fransız Charles Fourrier ve Pierre Lerou gelmektedir Bunların her ikisi de katı birer sosyalisttir İdeolojileri icabı, ruha inanmamaktadırlar Buna rağmen, bu materyalistler semavi dinlerdeki âhiret inancını zedelemek kastıyla, tenasüh fikrine sarılmakta ve böylece sapık ideolojilerine malzeme hazırlamak istemektedirler Bugün de, bu hurafeye rağbet gösterip onu yaymak, propaganda etmek isteyenler, maddeci tezgâhtarlardan başkası değildir

Tenasüh İddiasının Bâtıl Olduğunu Gösteren Deliller:

Bütün semavi dinlerin akîde ve esaslarına zıt düşen tenâsüh fikrinin hiçbir ilmi dayanak noktası yoktur Tenasüh fikrini iddia edenlerin sayısı, dünya nüfusu içerisinde istatistik (!) değerlendirmelere giremeyecek kadar azdır

Bu iddiayı çürüten delillere geçmeden önce şunu belirtelim:
Kâinatta yıldızlardan zerrelere kadar her bir varlık, her mahlûk mutlak bir irâdenin, kapsamlı bir ilmin, kahhâr bir kudretin tasarruf ve hâkimiyeti altındadır; bir düzenin esiridir Yani, bütün varlıklar, Allah’ın tedbir ve tanzimiyle konup kaldırılmaktadır Dünün mutlak ilim ve iradesiyle vazife görmektedir O haşmetli güneşlerin, o uçsuz bucaksız sistemlerin, yaratıldıklarından bu yana “Kemâl-i intizam ve hikmet ile bir saniye kadar şaşırmayarak hareket etmeleri ve vazife görmeleri” gösteriyor ki, ruhlar ve bedenler başıboş olamaz, bu nizâma muhalefet edemezler Ruhu, bu nizâmın dışına çıkaran tenasüh iddiası, hikmet-i İlâhiyye’ye tamamen zıt ve Allahü Azimüşşân’ın lütuf, kerem, ihsan ve inayeti gibi kutsi sıfatlarına büyük bir iftiradır

Evet, Cenâb-ı Hakk’ın hikmet ve rahmeti bu çirkin hurafeyi reddeder İnsanı âleme halife ve sultan yapan, yer ve gökleri onun emrine veren, âlemin özü ve özeti olarak onu en yüksek fıtratta, en mükemmel surette, en geniş kabiliyette yaratan Kudret-i İlâhiyye, bu mahiyetteki bir ruhu hiç, binler derece aşağıya düşürerek farelerin, köpeklerin, yılanların daha ayıbı maymunların cesetlerinde dolaştırır mı? Adalet ve hikmeti, rahmet ve şefkati, lütuf ve ihsanı buna müsaade eder mi? Bu hâl, O Hakîm-i Zülcelâl’in, hâşâ sânına yakışır mı?

Dinimiz, insanlara o kadar önem vermiştir ki, kabirlerinin çiğnenmesine bile müsaade etmemiştir Kabristanlardaki kemikleri ve o kemikleri misafir eden topraklan çiğnemeye müsaade etmeyen Hak Teâlâ, hiç insan ruhunu, hayvanların cesetlerinde barındırır mı?

Kendisine, “Köpek” denildiğinde kızan insanoğlunun ruhunu, Cenâb-ı Hak hiç köpek cesedine sokup da oğlunun kapısına bağlatır mı? Yahut eşeğin bedenine sokup, oğlunu ona bindirir mi?

Tenasüh iddiası, Cenâb-ı Hakk’ın vâdine de zıttır Zira, Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarının gereği mutlaka gerçekleşecektir Mü’minlere Cennet’i vaat etmiştir ve bu vaadini yerine getirecektir Ulûhiyyetini inkâr eden şerir insanları, kâfir ve münafıkları da ebedi azap ile cezalandıracaktır Ne mü’minler mükâfatsız kalacaklar, ne de kâfir ve münafıklar, tenasüh iddialarıyla azaptan kurtulabileceklerdir

Tenasüh, iddiası, peygamberlerin gönderilmeleri ve semavî kitapların indirilmeleri hakikati ile de bağdaşamaz Eğer ruhlar, dünyada başıboş bırakılsalar ve hareketlerinde serbest olsalardı, peygamberlerin gönderilmelerine ve kitapların indirilmesine ihtiyaç kalmazdı Peygamberlerin en büyük dâvaları, Allah’ın varlığı ve birliğinden sonra ebedî hayattır, âhiret hayatıdır Cenâb-ı Hak onları, insan türünün terakki ve tekâmülünü te’min etmek, beşerin bakışını ebedî hayata çevirmek için gönderilmiştir Tenasüh, peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi hakikatlarıyla da tam bir çelişki içindedir

İnsanın mükerrem bir mahlûk olarak yaratıldığını, semâvât ve arzın, gece ve gündüzün, hayvan ve bitkilerin onun emrine verildiğini, küre-i arza halife tâyin edildiğini, “Ahsen-i takvimde, seçkin bir surette yaratıldığını, bir kısım meleklerin, onu gözetmek ve muhafaza etmek için çalıştırıldıklarını, bakî bir hayata mazhar kılındığını, mü’minlerin ebedî olarak Cennet’te, kâfirlerin Cehennem’de kalacaklarını bildiren Kur’ân-ı Mübîn de tenasüh iddiasını tamamen reddetmektedir

Tenasüh iddiasının tutarsızlığına bu kısa bakıştan sonra konuyu biraz daha geniş olarak izaha çalışalım

Tenasühün Mantık ve Hukuk Açısından Tutarsızlığı:

Tenasüh varsa ve gerçek ise, bütün insanları kapsaması, az çok her insanın, hâlihazır bedenine girmeden önce misafir olduğu bedenleri ve o bedenlerde iken yaptığı işleri hatırlaması gerekir Milyarlarca insanın yaşadıkları, bilmedikleri ve inanmadıkları bir hurafeyi, ısrarla piyasaya sürmenin mantık ve muhakeme açısından hiçbir değeri olamaz Bu hurafe, insanların zihinlerine hangi maksatla yerleştirilmek istenmektedir? Doğrusu, bu husus düşündürücü ve ibret vericidir

Tenasüh iddiasında bulunan üç grup insan vardır: Bunlar, birkaç çocuktan, psikopat ve ideolojik düzenbazdan ibarettir

Bugüne kadar, sadece birkaç çocuk, başka cesetlerde yaşadıklarını iddia etmişlerdir Halbuki, altı veya yedi yaşlarındaki bu çocukların sözleri, hukuk ve ilim açısından bir değer taşımaz Çünkü, bunlar reşit değildirler Kendi çocukluk dünyalarını yaşayan, henüz doğruyu yanlıştan ayırma yeteneği olmayan, hayâl ile gerçeği ayırt edemeyen çocukların sözleriyle bir iddia ispat edilemez Zira, çevrelerini kendileriyle meşgul etmek, ilgilerini çekmek, itibarlarını yükseltmek, tanınmak ve “aferin” almak gibi birtakım psikolojik te’sirler altında kalabilirler O halde, onların ciddiyetten uzak, hayâl mahsûlü konuşmalarının hukukî ve ilmî bir değeri olamaz

Zaten, tespitlere göre, kendilerine tenasüh isnat edilen bu çocukların, sayıları üç-beş kişiyi geçmemektedir İşte, bütün tenâsühçülerin dayandıkları delil ve bağlandıkları ip bu çocukların saçma sapan sözlerinden ibarettir

Psikopatlara gelince, bunların aklî dengeleri bozuktur; ifadelerinde çok yönlü çelişkiler mevcuttur Ciddi bir tedaviye muhtaç olan bu insanların ifadeleri üzerinde yorum yapmanın abes olduğu açıktır Bunların beyanları da hukuk açısından geçersizdir; ciddiye alınmaz

Tenasüh fikrini kabullenen üçüncü grup da, belli bir ideoloji namına hareket eden samimiyetsiz ve kasıtlı kişilerdir Allah’a ve âhirete inanmayan bir kısım dinsiz ve materyalist insanlar kasten, milleti ifsat etmek, dinî eğilimleri kırmak, umumî inanış ve inancı sarsmak için, para ve menfaat karşılığında uydurma olaylar hazırlamakta, üç-beş zavallıyı teyp gibi kullanıp, kamuoyunu bulandırmak istemektedirler

Netice olarak, birkaç çocuğun, bir grup psikopatın ve birtakım kasıtlı kişilerin asılsız iddialarına dayanan bu hurafeye hakikat kisvesi giydirilemez

Tenasüh Fıtrat Kanunlarına Muhaliftir:

Kâinat düzenini ayakta tutan ve hayatın devam ve bekası için vaz edilmiş bulunan sonsuz diyebileceğimiz kadar çok kanun vardır Eşya arasındaki tenasüh, ahenk, disiplin, tertip, muvazene ve nizâm bunlarla sağlanmaktadır Bütün kâinatı kuşatan bir ahengi ve bütün âlemi kapsayan bir dengeyi sağlayan bu kanunların koyucusu, Allahü Azimüşşân’dır (CC)

Kâinatın her köşesinde, her cephesinde görülen ölçü, denge, acıma, rahmet, rızıklandırma, terbiye etme gibi kanunlar atomlardan yıldızlara kadar âlemde hiçbir şeyin başıboş olmadığını göstermekle, ruhun da başıboş kalamayacağına gösterir ve tenasüh iddiasını reddederler Bunlardan üçü üzerinde kısaca duralım:

l- Tenasüh, Ölçü ve Denge Kanununa Zıttır:

Kâinatta her şey bir plân ve programdan çıkmıştır Özenle dikilmiş bir elbise, nasıl ki, prova defterinden, terzinin ilim, ölçü, takdir ve maharetinden haber veriyorsa, kâinatta hikmetle yaratılan her şeyin ölçüsü, düzgünlüğü, ahenk ve estetiği ince nizâm ve intizamı da “Ölçü ve denge” Kanunu’ndan haber verir; Hak Teâlâ’nın adalet, ilim, hikmet ve irâdesini gösterir Pek ince bir nazarla kâinata baktığımızda, bütün eşyadaki güzelliklerin, tenasüp ve ahengin, ölçü ve nizâmın, cazibe ve çekiciliğin, bu iki kanundan geldiğini görürüz Çünkü, eşya arasındaki estetik ve güzellik, ince bir ölçüyü, hassas bir tartıya, maharetli bir takdir ve tâyine, yüksek bir tenasüp ve âhenge dayanmaktadır

Denge kanununu, birkaç örnekle açıklamaya çalışalım:

İnsanın yaşamasına yardım eden bir kısım kanunlar vardır Vücutta, yağ ve besinlerin parçalanmaları, enerjiye çevrilmeleri tam bir denge içerisinde olmaktadır İnsanın erkek ve kadın olarak yaratılmasında bir ölçü ve denge mevcuttur Ölüm ve doğum denge üzerinedir Dünya ile güneş arasında bir denge vardır Med ve cezir olayı, dünya ile ay arasındaki dengeyi gösterir Faydalı ve zararlı mikroplar dengeli bir şekilde çoğalırlar Bütün hayvanların çoğalmaları yine denge iledir O hâlde, kâinatta denge kanunu vardır ve hiçbir şey, kendini bu kanunun dışına çıkaramaz

Dünyanın hareketleri, mevsimlerin geliş-gidişleri, hep bu kanun ile olur Bütün atomlardaki sistem, denge kanununa bağlıdır Semâdaki bütün menziller, bütün galaksi sistemleri, hep denge ile ayakta durmaktadırlar Görülüyor ki, kâinatın her köşesinde hükmeden bir denge kanunu vardır

Denge kanunu, çok yönlüdür Bunun, meselâ, kâinatta, fizikî denge, biyolojik denge, bedenle ruh arasındaki denge gibi çeşitleri vardır

Bütün hayat sahiplerinin vücutlarındaki yağ ve besinlerin parçalanma ve enerjiye çevrilmeleri tam bir denge içerisindedir Bütün hayat sahiplerinin, doğma, büyüme ve beslenmeleri ve nihayet ölmeleri hep bu biyolojik denge kanununu gösterir

Fiziki dengeye gelince, semâdaki bütün menziller bütün galaksiler, samanyolları, fiziki dengeyle ayakta durmaktadırlar Atom sistemlerinden güneş sistemlerine kadar her şey bu kanunun kapsamına dahildir Her şeyin fizikî yapısı ve dengesi, onun vazifesine göre düzenlenmiştir Meselâ, Güneş ve Ay’ın fiziki yapıları, onların ruhları hükmünde olan vazifelerine en uygun bir şekildedir Biri diğerinin görevini yapamaz

Görülüyor ki, kâinat baştan aşağıya ilim-i ilâhî’nin pergeliyle ölçülüp biçilmiş, dengelenmiş ve O’nun hakimane kıskacı altında dâimi bir denetime, gözetime tâbi tutulmuştur

Denge kanunu, her hayvan ruhu ile cesedi arasında da mevcuttur Sâni-i Hakîm her ruha, mahiyet ve tabiatına uygun bir ceset giydirmiştir Meselâ, koyunun cesedi uysal ruhuna ne kadar uygundur O ruh, arslanın kafasını taksa, pençesini de alsa canavar olamaz

Hayvanların ruhları arasında da farklılıklar mevcuttur Meselâ, ceylân ile arslanın, balık ile kuşun ruhları mizaç, arzu, istek, hülâsa mahiyet itibariyle birbirlerinden nihayet derecede ayrıdırlar

Kâinatta ihatalı bir şekilde cereyan eden bu kanun gösteriyor ki, Cenâb-ı Hak, en mükemmel şekilde yarattığı insan ruhunu, en yüksek mertebeden en aşağı dereceye indirmez yani, sarayda yaşayan insanın ruhunu, ininde pinekleyen tavşana, gölde yüzen kurbağaya veya fare kovalayan kediye sokmaz Böyle bir hâl, yukarıdan beri açıklanan denge kanununa zıttır

2- Tenasüh, İmtiyaz (farklılık) Kanununa Zıttır:

Cenâb-ı Hak, her bir mahlûkunun hüviyet ve şahsiyetini korumaktadır Buna imtiyaz kanunu diyoruz

Kâinat içerisinde her türün, mahiyeti farklıdır Herhangi bir mevcudun mahiyeti başka bir mahiyete dönüşemez Hiçbir şeyin tabiatı onun tam zıddına dönüşmez; özelliklerini yitirmez Meselâ, elmanın özellikleri kendisinden ayrılmaz, koparılıp alınamaz O, hiçbir zaman, armut yahut kiraza dönüşmez

Bu kanun, yıldızlarda, güneşlerde, nehirlerde, dağlarda, bağlarda da geçerlidir Çünkü, kâinatta her şey, şahsiyetiyle tekdir Meselâ, dünya haritasında bir başka Ağrı Dağı, bir başka Nil Nehri yoktur Denizler bile, şahsiyetlerini muhafaza etmekte, birbirlerine karışmamaktadırlar

Bu kanun, kâinatta öyle hakimane ve hassas bir şekilde çalışmaktadır ki, değil bütün türler, hattâ her bir fert dahi, diğerlerinden kesin çizgiler, tanıtıcı vasıflar, ayırt edici özelliklerle ayrılmıştır Meselâ, her insan, simasından parmak izlerine kadar her şeyiyle diğer insanlardan farklı yaratılmıştır Bu kanun, eşya arasındaki hukukun korunması için vazedilmiştir Bütün insanlar aynı tip, şekil ve özellikleri taşımış olsalar, kimse kimseyi tanıyamaz, hayat mahvolur, hukuk zayi olurdu

Malûmdur ki, varlıkların nitelikleri, kişisel özellikleri, mahiyetinden ayrılmaz Bal arısı ile karasineği ele alalım- Her ikisinin de vücut yapıları genelde birbirlerinden farklı oldukları gibi, ayrıntıda da farklıdır Meselâ, birinin kanat yahut ayak yapısıyla, diğerininki birbirine benzemez, bir çok belirti ve özelliklerle birbirlerinden ayrılırlar
Bunlar, uzuvları itibariyle olduğu gibi, ruh ve kabiliyetleriyle de birbirlerinden ayrıdırlar Birinin ruhu gül bahçelerinden hoşlanırken, ötekininki kanalizasyon çukurlarından hoşlanır Bu misâl dürbünüyle diğer hayvan türlerine de bakılabilir Hiçbir hayvan türünün öz nitelikleri kendilerinden kopup, başka türe geçemez Bu durum, insanlarla diğer hayvan türleri arasında kendini daha iyi göstermektedir

Meselâ, insan ruhu, bir hayvanın cesedine girmiş olsaydı, o takdirde, idrâk ve düşüncesiyle, konuşma ve yazmasıyla, san’at ve kabiliyetiyle, kısaca bütün hassalarıyla birlikte gitmesi gerekirdi O zaman hayvanlarda da, meselâ, filozoflar, mütefekkirler, ilim adamları olması lâzım gelirdi Onların da kültür ve medeniyetleri, san’at ve edebiyatları olacaktı!

İmtiyaz kanununun zorunlu bir sonucu olarak, insanlarla hayvanlar arasında ve hayvanların kendi aralarında tenasüh olamayacağı gibi, insanlarla insanlar arasında da olamaz Zira, bir insan, ilim ve irfanıyla, itikat ve imanıyla, zekâ ve dirâyetiyle, şefkat ve merhametiyle, hamiyet ve şecaatiyle bir başkasının tıpatıp aynı değildir Meselâ, İmam-i Gazâlî’nin o nezîh ruhu; yüce vicdanı mümkün olsaydı, bugüne kadar dünyaya birçok Gazâlî’lerin gelmesi gerekirdi Ve yine, birçok İbn-i Sinalar, Eflatunlar gelmiş olacaktı Hakikatte ise, böyle bir şey gerçekleşmemiştir

Bir insanın, hem tahsil hayatında, hem de mezuniyetinden sonra çalıştığı bütün vazifelerinde hüviyet ve şahsiyetini devam ettirmesi gösteriyor ki, onun, “Sicil Dosyası” ölümünden sonra da ondan ayrılmayacaktır O, bu hüviyetiyle Mahkeme-i Kübrâ’da (ahirette), en küçük ayrıntılarına varıncaya kadar hayatın hesabını verecektir Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz adâleti, Hâşir’de öyle bir genişlikte tecelli edecektir ki, değil insanlar, bütün hayvanlar bile hüviyetleriyle dirilecek ve muhasebeye tâbi tutulacaklardır Bu hakikatin gerçekleşmesi, imtiyazı gerektirmektedir

İmtiyaz kanununun en büyük amacı, en büyük hikmeti ve en mühim sonucu âhirete bakar Mizân-i Kübrâ’da, her fert, Kur’ân-ı Azîmüşşan’ın ifadesiyle, “Zerre Miskal” (en küçük ölçüde) hayır ve şerrin hesabını verecektir Bu muhasebenin neticesi olarak, Cennet ehlinin her birisi, imân, amel ve takvası ölçüsünde ayrı ayrı nimetlere ve makamlara mazhar olacaktır Cehennem ehlinden her bir fert de, küfür ve isyanının ağırlığına göre, farklı azaplara mâruz kalacaktır Bu hakikatin gerçekleşmesi, her ferdin, hüviyet ve şahsiyetini muhafaza etmesine ve diğer hayat sahiplerinden ayrılmasına bağlıdır

3 Tenasüh İddiası ‘Rezzâkiyet Kanununa’ (rızıklandırma, besleme) da Aykırıdır:

Her türün rızkı, o nevin şahsiyet ve hüviyetine, kadr ü kıymetine göre tâyin ve taksim edilmiştir Cenâb-ı Hak, şuuru, idrâki ve konuşma kabiliyetini içeren en büyük hayat mertebesini insana verdiği için çokluk ve kalite itibariyle en müstesna, en lâtif, en gıdalı, en zarif nimetleri onun sofrasına sermiştir Meselâ, tavuk yem ve darı ile yetinirken, insan tavuk ve yumurta yemektedir Koyun, diken ve saman yerken, insan et ve süt ile beslenmektedir Dünyada bile, davet ve kabullerde ‘protokol’ gözetildiğine göre, insana bu kadar önem veren Rezzâk-i Kerîm, elbette, onu insaniyet sofrasından alıp, bir başka hayvanın cesedine sokarak onun sofrasına oturtmaz O’nun hikmet ve rahmeti, buna müsaade etmez

4 Tenasüh, İnsaniyetin Kıymet Ve Şerefini Hiçe İndirir:

Cenâb-ı Hak, insanı en yüksek bir tarzda yaratmıştır Bütün bitki ve hayvanları ona hizmetkâr yapmıştır Meselâ, ağaç, meyvesiyle, inek, sütüyle; koyun, etiyle insanın yardımına koşturulmakta, onun için çalıştırılmaktadır O, cihanın süsü, arzın halifesidir Cenâb-ı Hak, Kâinat Sarayı’nı, bütün müştemilâtıyla onun için yaratmış, tanzim ve tertip etmiştir Bu sarayın azameti, haşmeti, ziyneti hep o misafirin şerefini, makbuliyetini ve Allahü Azimüşşân yanındaki itibarını, kadr ü kıymetini göstermektedir.

İnsan, Cenâb-ı Hakk’ı tanımak ve O’na ibâdet etmek için yaratılmıştır Bu hikmete binâen, ona pek kıymetli cihazlar takılmış, geniş yetenekler verilmiştir Evet, insan, yerlerin ve göklerin kaldıramadıkları bir emaneti taşımaktadır Elbette, kâinatın neticesi, meyvesi olan insanın bu kâinattan daha büyük ve daha ehemmiyetli bir amacı olmalıdır Bu gaye ise, ancak yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Allah’ı bilmek O’na gerçekten kul olmaya çalışmak, O’na muhabbet edip rızâsına nail olmak ve böylece Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz ziyafet yeri olan Cennet’e lâyık bir kıymet almak ve orada, beden ve ruhuyla ebedi bir hayat sürmektir

İşte tenasüh hurafesi, insanın mahiyetine, hakikatine ve ona verilen bu değere ters düşer Elbette, insana bu kadar kıymet veren Hakîm-i Rahîm, onun ruhunu nihayet derece aşağı düşürüp rezil etmez, noksanlaştırma, hafife almaz İnsanın ruhuna hizmet eden aciz bir hayvan cesedine sokmaz Elmas kıymetinde yarattığı o ulvi ruhu kömür derecesine indirmez

Tenasüh Safsatası Allah’ın (CC) Emir ve İrâdesine Zıttır:

Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufu her şeyi kapsamaktadır Her mahlûk gibi insan da, bu tasarrufun dışında değildir

İnsan, düşünceleriyle, meyilleriyle, arzularıyla her an durmadan değişmektedir Bütün bu değişiklikler hem zaman, hem de mekân itibariyle olmaktadır Bilip yaşadığımız bu hakikati, Allahü Azîmüşşân Kuran-ı kerimin bir çok âyetlerinde, farklı yönleriyle ifade etmektedir Bu âyetlerden bir kaçını, meâlen takdim edelim:

“Şânım hakkı için biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık Sonra onu sarp ve metin bir karargâhta bir nutfe yaptık Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı hâline getirdik, derken o kan pıhtısını bir çiğnem et yaptık, o bir çiğnem eti de kemik (ler)e dönüştürdük Suret yapanların en güzeli olan Allah’ın şânı (bak) ne yücedir! Sonra siz bunun arkasından, hiç şüphe yok ki, ölüler (olacaksınız) Sonra siz kıyamet gününde muhakak dirilip kaldırılacaksınız ” (Mü’minûn: 12,13,14,15,16)

Bu âyetler, insanın ilk yaratılışından tâ kıyamet gününde diriltilmesine kadar geçirdiği bütün hâl ve merhalelerde, yalnız ve yalnız Allahü Azîmüşşân’ın tasarrufu altında olduğunu göstermektedir Bu âyetlerde, yaratılışa ait ince sırlar ve hikmetler dokuz aşamada ifade edilmektedir

1- Hak Teâlâ, beşerin kalıp ve şekli mevcut değilken, insan tohumuna da gerek kalmadan, Hz Âdem’in süzülmüş bir çamurdan, taklitsiz ve gayet mükemmel bir şekilde, yaratıldığını ifade etmektedir

2- İnsan neslinin bekası için ana rahminde yerleşen spermin, yani beyaz kanın yaratılmasını beyan etmekte, neslin devamını kanunlaştırmakta, kudretinin tasarrufunu nazara vermektedir

3- İnsan mahiyetini, nutfeden alâkaya, yani spermden kan pıhtısına dönüştürüldüğünü, ifade ile değişmedeki yükselme ve terbiyeyi nazara vermektedir

4- Sonra, o mahiyetin alâkadan mudgaya, yani kan pıhtısı hâlinden bir çiğnemlik et parçası hâline dönüştürüldüğünü ifâde buyurmaktadır

5- Daha sonra, onun, beden çatısını teşkil edecek temel direk ve sütunlarının yaratılışını akla göstermektedir İşte bu safha, mudgadan izama geçiş, yani, bir çiğnemlik et parçasından kemiklerin yaratılmasına geçiş safhasıdır

6- Bu merhaleden sonra, o kemiklere et giydirildiğini buyurarak, tasarrufundaki güzellik ve hikmeti vicdan ve akıllara havale etmektedir

7- “Sonra onu, bambaşka bir halk ve icat ile inşâ eyledik” fermanıyla da, insana takılan bütün maddi ve mânevi cihazları nazara vererek, insanın ne derece nazlı, lâtif, mükemmel yaratıldığını ifade etmektedir Artık boy ve endamı ile, seziş ve duyusuyla, his ve vicdanı ile, ruh ve kalbi ile bir san’at hârikası, bir hilkat şaheseri “Allah’ın isimlerine ait hayret edilecek şeylerin fihristi “, “Allah’a ait fiil ve işlerin bir ölçeği” ve “Kâinattaki âlemlerin bir ölçütü” olan insanın yaratılışı tamamlanmıştır İnsanı bu nitelikte yaratan Zât-ı Akdes, elbette Ahsenü’l-Hâlıkîn’dir (yaratıcıların en mükemmeli) İnsan da, yaratılmışların en güzelidir İnsanı bu derece üstün fıtratta yaratan Cenâb-ı Hakk, onun ruhunu hiç hayvanların seviyesine indirir mi?

8- Sonra, onun iradesiyle ölümü tadacağımızı,

9- Sonra da, muhakkak kıyamet gününde diriltileceğimizi buyurmaktadır

Âyetlerde geçen dokuz merhale gösteriyor ki, insan hayatının hiçbir safhası, hiçbir anı Allahü Azimüşşân’ın tasarruf ve irâdesinden hariç değildir Hükümranlığı ebedi olan Cenâb-ı Hakk’ın, insanı bu derece ulvi yaratmasının hikmeti, onu birtakım ciddi emanetlerle, büyük tekliflerle sorumlu kılmak içindir Halife-i arz olduğunu iradesiyle, hayat ve felsefesiyle tescil ettirmesi içindir Ebedi saadete aday olduğunu imanıyla, ahlakıyla, ameliyle, hayatı ile göstermesi içindir.

Elbette, Cenâb-ı Hak, insanı ne dünyada, ne de âhirette kendi hâline bırakmaz Evet, Âyet-i Kur’aniye’nin beyanıyla, kıyamet kopacak ve her insan tek tek hesaba çekilecektir Peygamberlerin en büyük bir dâvası, iddiası âhiret olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in de dörtte üçü haşirden, âhiretten bahsetmektedir Güneş gibi zahir olan bu hakikate karşı, tenâsühçülerin vehim ve vesveselerinin ne önemi olabilir?

Tenasüh Hurafesi İnsanın İrâdesine Zıttır:

Ruhun, bir insan bedeninden herhangi bir hayvan bedenine oradan da başka bedenlere geçmesini bir fikir olarak ele alırsak, bu hususta iki ihtimal karşımıza çıkar:
Tenasüh, ya Cenâb-ı Hakk’ın emir ve irâdesi ile yapılmakta veyahut ruhun, kendi tercih ve iradesiyle olmaktadır Birinci şıkkın imkânsızlığı, yukarıda yapılan izahlardan anlaşılmıştır

İkinci ihtimale, yani, ruhun bir bedenden diğerine, kendi tercih ve iradesiyle göçtüğüne gelince, burada da iki yol söz konusudur Ruh bu göçü, ya şuurlu olarak veya şuursuz olarak yapmaktadır Ruh şuursuz ise, zaten tercih yapması imkânsızdır Zira, hareketleri aklın ve şuurun dışındadır Ruhun, herhangi bir cesedi kendi iradesiyle tercih etmesi ihtimali ise, sayısız imkânsızlıklara bina edilmiş, utanç verici bir safsatadır Şöyle ki:

“Ruhun irâdesi kendi elindedir” demek, ruhun tercih sahibi olduğunu kabul etmek demektir Madem tercih sahibidir, o zaman ruhun şuurlu olduğu, beğenmek, seçmek ve ayırmak gibi meziyetlere sahip bulunduğu kabul edilecektir Çünkü, tercih, şuur ve muhakemeye dayanır Madem ki, ruhun şuur ve muhakemesi vardır; öyleyse o, hiçbir zaman bir hayvan cesedine girmeyi tercih etmeyecektir Demek insan ruhunun, bitki ve hayvanların cesetlerine girmesi ihtimali yoktur

Kabul edelim ki, ruh, kendi iradesiyle hayvanlara göç ediyor O zaman karşımıza, çözülmesi mümkün olmayan zorluklar çıkar Meselâ, bu teoriye göre, ruhun durup dinlenmeden, usanmadan ve hattâ utanmadan her tür hayvanın döl yatağına girmesi lazım gelir, daha açık bir ifâdeyle, karada, havada ve denizde yaşayan sayısız hayvanların yumurtalarında veya gen ve kromozomlarının yanında, her zaman hazır bulunması gibi bir safsataya kapı açılır.

Akıldan binler derece uzak, muhal ve bâtıl böyle bir mesleği, değil insan, hayvan dahi kabul edemez Akla gelen diğer bir muhal de şudur: Faraza, ruh hangi anne babayı tercih ediyorsa, onların çiftleşmesi anında, orada hazır bulunması gerekir Acaba o anda ruhun nöbet yeri neresidir?

Ruh, ister içeride, ister dışarıda beklesin, bu noktada şu muhaller ortaya çıkar: Ruh ile döl yatağında toplanan erkek ve dişi genler, rahim, cinsel organlar, onları döllendiren şehvet, şehvetin dayandığı enerji, enerjinin elde edildiği vücut, vücudu besleyen gıda maddeleri arasında, kısacası bunlarla kâinat arasında bir anlaşma yapıldığını kabul etmek gerekir.

Bunların imkânsızlığı açıktır Meselâ, dişi ve erkek genler “İştah ve Şehvet Kanunu”na göre çalışır Halbuki bu kanun kapsamlıdır Bütün hayat tabakalarına kapsamı olan bu İlâhi Kanunu, âciz bir insan ruhu ile erkek ve dişi genlerin emir ve irâdesine vermek divaneliktir Allah’ı bilmemektir Sorular ve imkânsızlıklar, artık bu noktada sonsuza doğru uzar gider

Bilinen bir hakikattir ki, cesedin döl yatağında büyüyüp gelişmesi, büyüme kanununa bağlıdır Cesette nihayet derece intizam bulunduğundan, onun yapılması nihayetsiz ilim, kudret ve iradeyi gerektirir İnce hikmetlerle dokunan, gayet önem ve intizamla yaratılan bu cesedin plân ve programını, âciz ve câhil bir ruha vermek büyük bir hezeyandır Bu safsata kabul edilirse, şu sorulara ne cevap verilecektir? Farz ediniz ki, ruh döl yatağında beğendiği hayvanın tohumunu buldu.

Bu tohumun erkek veya dişi olduğunu bizzat kendisi mi tespit ediyor, yoksa herhangi bir laboratuarda mı tespit ettiriyor? Bu tohumları, erkek veya dişi hâline kendisi mi sokuyor? Yoksa ruh, gah erkek, gah dişi bir hayvanın cesedine mi giriyor? Böylece, bir zaman erkek, bir zaman dişi olarak mı yaşıyor? Veya erkekse, her zaman erkek; dişiyse, her zaman dişi bir hayvanın cesedine mi giriyor? Dünyaya geldiği zaman mazisini, erkek ve dişi olarak yaşadığı bedenleri neden hatırlamıyor? Bunu milyarlarca insan hatırlamıyor da, üç-beş tane çocuk veya psiko-manyak mı hatırlıyor?

Aynı döl yatağına birden fazla ruh tâlip olunca, anlaşmazlıklarını kur’a ile mi, kavga ile mi, yoksa ikna ile mi hallediyorlar? Hem ruh, ne diye bir hayvan cesedine girsin?

Buraya kadar ifade ettiklerimizden anlaşılmıştır ki, tenasüh hurafesi, mantık ve muhakeme, hikmet ve hakikat, hak ve hukuk, akıl ve vicdan açısından bâtıldır, hurafedir, safsatadır Ve yine, bu izahların ışığında görüldü ki, tenasüh iddiası kâinatta geçerli kanunlara aykırı düşmekte, her bir kanun hikmet ve hakikat dili ile bu hurafenin bâtıl olduğunu haykırmaktadır Diğer taraftan tenasüh iddiası, Zât-i Akdes’in hikmet ve adaletine, rahmet ve inayetine karşı bir alay etme, nihayetsiz bir cinayettir
Şimdi düşünelim: Acaba, bu iddiadan daha hurafe ve bâtıl ne vardır! Böyle bir iddia gericiliğin, yobazlığın, cehalet ve ön yargılılığın en katmerlisi değil de nedir?

Tenasüh, Ruh-Beden İlişkisine de Ters Düşer:

Tenâsühçülere şöyle bir soru soralım: Her hane, içinde oturanın, boyuna posuna, endamına, kıymetine göre düzenlenir Saray sultana göre, kafes kanaryaya göre yapılır İşte, haneler ile içinde oturanlar arasındaki bu ilişki, en ileri düzeyde ruhlar ile cesetler arasında mevcuttur Hâkim-i Mutlak, koyunun cesedini, onun sevimli ruhuna, aslanın cesedini de, onun haşin ruhuna uygun gelecek şekilde yaratmıştır Bunun şahitleri, canlıların türleri, hattâ fertleri adedincedir Rahîm-i Zülkemâl, ebedi saadete namzet olarak yarattığı, akıl, hafıza ve hayâl ve daha nice dış ve iç duygularla donatıp bezettiği insan ruhuna, tefekkür, ibâdet, şükür gibi yüce görevleri yapmaya en elverişli bir beden giydirmiştir Malumdur ki, bir mahiyetin özellikleri, o mahiyetten ayrılmaz.

Bu hakikate göre, insan ruhu, faraza bir hayvan bedenine girse, düşünmesine tefekkürüne devam etmek isteyecek, bildiklerini anlatmak, marifetlerini sergilemek arzu edecektir Bulunduğu ceset, buna hiçbir cihette elverişli olmayacağından hayatını devam ettiremeyecektir İnsan bedeninde bile, bazen sıkılan, bunalım geçiren bir ruh, elbette hayvan bedeninde yaşayamayacaktır

İşte, tenasüh fikrine saplananlar, dünyadaki görevini bitirdiğinde bedenden ayrılan bu saygı değer konuğu, bazen kümese sokup insanlardan ürkütmekte, bazen arslana yerleştirip ceylânlara saldırtmakta, bazen da kurbağaya gönderip, suya sokup çıkarmaktadırlar O lâtif misafirin önüne bazen kum, bazen hayvan yemi, bazen ot ve saman koymakta, hikmete isyan etmekte, hakikate ters düşmektedirler Bazen, hayatta iken tavuk yiyen o misafiri, öldükten sonra tavuk bedenine sokup, gah insanlara, gah tilkilere yedirmektedir! Tenâsühçüler, hamam böceğindeyken herkesten ve her sesten ürken, dipte köşede ne bulursa onunla kanaat eden bir ruhu, kaplan bedenine sokunca hareketli ve kahraman yapmakta ve ceylân etine âşık etmektedirler

Ve yine tenâsühçüler, bir ruhu günde birkaç bedene sokmakta, meselâ, sabahleyin bir keçide, ikindiye kadar öküzde, akşama kadar inekte yaşamakta, gece de maymun olarak yatırmaktadırlar

Tenâsühçülere göre, bugün ceylâna saldıran kaplan, belki de dün ceylân idi Veya bugün bu safsatayı savunan tenâsühçü belki de dün bir yılan idi Sakın, tenâsühçülerin zehirli fikirleri, yılanlık dönemlerinden kalmış olmasın?!

Sonuç olarak, cesetlerle ruhlar arasındaki mükemmel uygunluk ve ahenk, gösteriyor ki, Cenâb-ı Hak, bu cihana merkez olarak yarattığı, doğuştan medeni kılıp, ilim ve irfan ile sinesini genişlettiği, arza halife ve mahlûkat kafilelerine kumandan tâyin ettiği insanın ruhunu, ölümden sonra hayvanların cesetlerinde gezdirmez; bitkilerde, madenlerde dolaştırmaz; onu hakir ve zelil etmez

Yoruma kapalı.

https://chudaihd.com/ shemale ebony needs her hands on cock for solo action. porno filme porn movies darla cuckold.