Nur Suresi 35. Ayetten Neler Anlamalıyız?
Hayırlı günler. Hocam ben size Nur suresi 35. ayetin tefsirini bu ayetten neler anlamamız gerektiğini sormak istiyorum Allah sizden razı olsun.
Selamünaleyküm FizilalilKur’an’dan söz konusu âyetin hakkında yazılanları buraya naklediyorum. İnşaallah faydalı olur. 35-Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, içinde kandil yanan bir projektöre benzer, kandil bir fanus iğindedir ve bu fanus sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdın Bu kandil yakıtını, bereketli bir zeytin ağacının yağından sağlar. Ağaç, ne doğuya ve ne de batıya bakmayan ve bu yüzden sürekli güneş alan bir arazide yetiştiği için yağın, hiç ateşe değmese bile kendiliğinden tutuşup ışıyacak kadar saftır. O nur üzerine nurdur. Allah dilediği kimseleri bu nura iletir. Allah insanlara somut örnekler verir. Allah herşeyi bilir.
Bu dehşet verici ayet, adeta insana huzur veren, insanı aydınlatan bir nur fışkırıyor. Bu nur bütün evreni kaplıyor; bütün duyguları, bütün organları etkiliyor, bütün köşelere, bütün dönemeçlere akıyor: Koskoca evren göz kamaştırıcı bir nur denizinde yüzüyor, yudumluyor, bütün perdeler kalkıyor, kalpler şeffaflaşıyor, ruhlar kanatlanıyor. Her şey bu engin okyanusta yüzüyor; her şey bu nur denizinde temizleniyor, her şey kirinden ve ağırlıklarından arınıyor. Bu bir serbestlik, dilediğince kanat çırpmadır. Bakışma ve bilişmedir. Kaynaşma ye yakınlaşmadır. Sevinç ve coşkudur. İçindeki canlı cansız tüm varlıklarla evren artık her türlü bağdan ve sınırdan kurtulmuş bir nur haline gelmiştir. Baştan başa nur olan bu evrende gökler yerle, canlılar cansız varlıklarla, uzaklar yakınlarla birleşmiştir. Bu evrende vadiler yollarla, gizlilikler açıklıklarla,duygular kalplerle buluşmuştur.
“Allah göklerin ve yerin nurudur.”
Göklerin ve yerin yapısı ve düzeni bu nura dayanır. Varlıklarının özünü bahşeden, onların hareket tarzlarını belirleyen sistemi koyan bu nurdur. Son zamanlarda insanlar-atomun parçalanmasından sonra- ellerindeki maddenin, ışık enerjisinden başka hiçbir dayanakları, ışık enerjisinden başka bir “madde”likleri bulunmayan hareketli ışınlara dönüşmesi ile birlikte bu büyük gerçeğin bir yönünü kavrama imkanına kavuştular. Çünkü maddenin özünü oluşturan atom, nötron ve elektronlardan oluşur. Atomun parçalanması ile birlikte bu nötron ve eléktronlar özü itibariyle nur olan ışın dalgaları halinde dağılırlar. Oysa insan kalbi bilimden asırlar önce bu büyük gerçeği kavramıştı. Şeffaflaşıp kanatlandığı, nurdan ufuklara doğru yol aldığı her seferinde kavramıştı bu gerçeği. Hiç kuşkusuz Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kalbi bu gerçeği tam ve her yönüyle kavramıştı. Taiften dönerken ellerini insanlardan silkeleyip ve Rabbine yönelirken bu nuru ifade etmişti:
“Allah’ım karanlıkları aydınlattığın, dünya ve ahiret işlerini onunla düzenlediğin yüzünün nuruna sığınırım.” İsra ve Miraç yolculuğu dönüşünde de bu nuru ifade etmişti. Hz. Aişe “Rabbini gördün mü?” diye sorduğunda “O nurdur, nasıl görebilirim ki?” diye cevap vermişti.
Ne var ki insanın bünyesi uzun süre bu sürekli kaynayan, her tarafı bürüyen nuru algılamaya güç yetiremez. Uzun süre bu uzak ufku seyredemez. Bu yüzden ayeti kerime bu engin gösterdikten sonra mesafesini yaklaştırmaya başlıyor. Yakın ve somut bir örnekle onu insanın sınırlı kavrama yeteneğini ilgi alanına yaklaştırıyor:
“Onun nuru, içinde kandil yanan bir projektöre benzer, kandil fanus içindedir ve bu fanus sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdır. Bu kandil yakıtını, bereketli bir zeytin ağacının yağından sağlar. Ağaç ne doğuya ne de batıya bakmayan ve bu yüzden sürekli güneş alan bir arazide yetiştiği için yağı, hiç ateşe değmese bile kendiliğinden tutuşup ışıyacak kadar saftır. O nur üzerine nurdur.”
Bu, sınırsız bir tabloyu insanın sınırlı kavrama yeteneğine yaklaştırmak amacıyla verilen bir örnektir. Özünü kavramaktan yoksun olana algıladığı şeyin küçük bir örneğini çizmektir bu. İnsanın boyutlarını ve çaresiz kavrama yeteneğini aşan engin ufukları izleyememesi gerçeği karşısında bu örnek, nurun mahiyetini, özelliğini insanın kavrayışına yaklâştırmaktadır.
Göklerin ve yerin genişliğinden ışık sızdırmayan bir duvarda, projektör işlevi gören küçücük oyuğa geçiliyor. Bu oyuğa kandil konur, böylece, ışığı yoğunlaşır, sıklaşır, daha güçlü ve daha parlak olur.
“İçinde kandil yanan bir projektör gibi.”
“Kandil bir fanus içindedir.”
Bu fanus onu rüzgârdan korur, yığını parlatır, daha aydınlık ve daha gür görünür.
“Bu fanus sanki inci gibi parıldayan bir yıldızdır.”
Bizzat kendisi de şeffaf ince, parlak ve aydınlatıcıdır. Burada düşünce, küçük bir modele takılıp kalmasın diye; küçük bir fanustan büyük bir yıldıza yükselirken örnekle gerçek, modelle asıl birleşiyor. Çünkü bu model, zihinleri büyük ve asıl gerçeğe yaklaştırsın diye gösterilmiştir. Bu kısa ayrılıktan sonra ayetin akışı tekrar modele, yani kandile dönüyor..
“Bu kandil yakıtım bereketli bir zeytin ağacının yağından sağlar.”
Zeytin yağının ışığı, bu ayete ilk defa muhatap olanların bildiği en parlak yıktı. Ancak sırf bunun için seçilmemiştir bu örnek. Aynı zamanda bu bereketli ağacın yaydığı kutsallık havası da ön planda tutulmuştur. Bu Tur dağındaki vadinin kutsallığıdır ve burası Arap yarımadasına zeytin ağacının yetiştiği en yakın bölgedir. Kur’an-ı Kerim’de buna ve çevresine yaydığı kutsallık havasına işaret edilir:
“Asıl kaynağı Tur-i sina olan ve yiyenlere yağ ve katık sağlayan ağacı da yarattık.”
Zeytin ağacı oldukça verimli ve uzun ömürlü bir ağaçtır. İnsanlar bu ağacın her şeyinden yağından, odunundan, yapraklarından ve meyvesinden yararlanırlar. Bir kez daha asıl ve büyük gerçeği hatırlatmak için küçük modelden uzaklaşılıyor. Bu ağaç bilinen anlamda bir ağaç değildir. Bir yere ve bir yöne bağlı değildir. Ve sırf yaklaştırma amaçlı soyut bir örnektir.
“Bu ağaç ne doğuya ne de batıya bakar.”
Yağı da görülen ve bilinen yağlardan değildir. Bu, değişik ve ilginç bir yağdır.
“Yağı hiç ateşe değmese bile kendiliğinden tutuşup ışıyacak kadar saftır.”
Şu halde bu yağ bizzat şeffaflıktır, başlı başına bir parlaklıktır, bu yüzden neredeyse yakmadan tutuşup ışıyacaktır.
“Ateşe değmese bile”
“O nur üzerine nurdur.”
Ve biz yolculuğun sonunda derin ve engin nura yeniden dönüyoruz.
Bu, göklerin ve yerin karanlıklarını aydınlatan Allah’ın nurudur. Ve biz bu nurun mahiyetini ve boyutunu kavrayamayız. Sadece kalpleri ona bağlama, onu görmelerini sağlama çabasıdır bizimki.
“Allah dilediği kimseleri bu nura iletir.”
Kalplerini açıp onu görenleri bu nura iletir. Çünkü bu nur gökleri ve yeri kaplamıştır. Göklerde ve yerde her zaman fışkırmaktadır. Bu nur hiç eksik olmaz göklerde ve yerde. Kesilmez, sınırlandırılmaz ve gizlenmez bu nur: Bir kalp ne zaman bu nura yönelmek isterse onu görür. Bir yol şaşkını, ne zaman bu ışığın farkına varırsa yolunu bulur, bu nura bağlanırsa Allah’ı bulur.
Yüce Allah’ın kendi nuru için verdiği örnek, insanların kavrayışlarını bu nur yaklaştırmanın bir yoludur. Çünkü yüce Allah insanların kapasitelerini bilir. “Allah insanlara somut örnekler verir. Allah her şeyi bilir.”
Bu engin nur, gökleri ve yeri kaplayan, göklerde ve yerde çağlayan bu nur, kalplerin Allah’la buluştuğu, O’na kavuştuğu, O’nu anıp korktuğu, O’nun için her şeyden soyutlandığı, onu hayatın tüm nimetlerine tercih ettiği Allah’ı evlerinde belirginleşir, billurlaşır.