“Lâ İlahe İllallah Muhammedün Rasûlullah”
“Lâ İlahe İllallah Mulıammedün Rasûlullah”
Bu kelimenin manası şöyledir: “Allah’tan başka hak hiç bir ma-bud yoktur, sadece ve sadece bir tek mabud olan Allah (c) vardır.”
İşte bu ifadeyle Tevhid kelimesi, Allah’dan başkasına ilahlık verilmesini reddediyor ve bir tek Allah’a aidiyetini isbat ediyor.[9]
Şeyhul İslâm İbn Teymiyye (r.a) bu konuda şöyle diyor:”Kalbler için, Allah sevgisinden daha sevimli ve hoş bir şey yoktur. Aynı zamanda O’nun sevdiği şeylerle O’na yaklaşmaktan daha güzel ve sevimli bir şey de yoktur. Ancak Allah sevgisi, O’nun sevgisinin dışında kalan tüm şeylerin sevgisinden uzak kalmakla sağlanır. İnsan Allah sevgisinin dışındaki tüm sevgilere sırt çevirmelidir ki, Allah sevgisi mümkün olabilsin. İşte bu “Lâ ilahe illallah” gerçeğidir. Bu, İbrâhîm Halil (a.s) ile diğer tüm peygamberlerin -Allah’ın salât ve selamı onlara olsun- dinidir.”[10]
İşte Tevhid kelimesinin birinci şıkkı yani bölümü yukarıda aktardığımız husus idi. Bunun ikinci şıkkına gelince bu, “Muhammedün Rasûlullah” bölümüdür.
Bunun manası da şöyledir: “Rasûlullah (s.a)’ın emrettiği şeyleri derhal yerine getirmek, uzak durulmasını söyleyip yasakladığı her şeyden de uzak kalmak suretiyle Hz. Peygambere her bakımdan tabi olmak ve uymak.”
Bu noktadan hareketle diyoruz ki: “Lâ ilahe ilallâh” kelimesi hem velâ hem de Berâ hususlarını, hem işin reddi gereken noktasını hem de kabul edilmesi yani isbatı gerekli olan noktayı içermektedir. Bu, Allah’a, dinine, kitabına ve peygamberinin sünnetine, ayni zamanda salih kullarına dost olmayı, veli olarak bunları tanımayı, velayeti de bunlara vermeyi gerekli kılmaktadır. Yine bu, Allah’tan başka tapınılan ve ibadet olunan her şeyden ve tağuttan uzak kalmayı gerekli kılmaktadır.[11] . Zira Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:
“O halde kim tâğut’u reddedip Allah’a inanırsa sağlam kulpa yapışmıştır.” (Bakara, 2/256).
Bu konuda Muhammed b. Abdülvehhab da şunları yazıyor: İnsan, Tağut’u inkâr etmediği sürece mü’min olamaz, bunu bilmelisiniz. Bu husustaki delil ise az önce mealini vermiş olduğumuz Bakara sûresinin (256.) âyetidir.”[12]
Kelime-i Tevhid, Allah’ın şeriatını temel kanun olarak kabul etmeyi emreder. Müslümana, Şeriata karşı gerçek manada bağlı kalınmasını ve yetkileri o prensipler çerçevesinde kullanmasını emreder. Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
“Rahbinizden size indirilene (Kur’ân’a) uyun. Onu bırakıp ta başka dostların peşlerinden gitmeyin. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz!” (A’raf, 7/3)
Bir diğer âyette de şöyle buyurulmaktadır:
“(Rasûlüm!) Sen yüzünü “hanif” olarak dine, yani, Allah insanları hangi “fıtrat” üzere yaratmış ise o fıtrata çevir.” (Rûm, 30/30).
Tevhid kelimesi aynı zamanda tüm cahili sistemlerden ve düzenlerle hükümlerden uzak kalmamızı da öngörür, gerekli kılar. NitekimRabbim şöyle buyuruyor:
“Yoksa onlar (İslâm öncesi) cahiliyyet hükmünü (idaresini) mü arıyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” (Maide, 5/50)
Tevhid kelimesi aynı zamanda İslâm dininin dışındaki tüm dinlerden, rejimlerden ve din kabul edilen her şeyden uzak kalmayı öngörür. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:
“Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Âli îmrân, 3/85)
Diğer taraftan Kelime-i Tevhîd Red ve kabul açısından hükümler kapsar. Tevhid kelimesi dört şeyi reddederken, dört şeyi de isbat ile kabullenir. Tevhid kelimesinin reddettiği şeyler dört tanedir.
• Allah’tan başka tüm ilahları reddeder,
• Tüm tağutları reddeder.
• Endadı reddeder.
• Erbab’ı reddeder.
Şimdi bunları sırasıyla açıklayalım:
• İlâhlar: Kendisinden bir iyilik gelmesini beklediğin veya bir kötülüğün giderilmesini ondan dilediğin şeydir ki, kim böyle bir inanca sahip olursa, o kimse o şeyi ilah edinmiş olur.
• Tâğût: Kendisinden hoşnud kalınarak tapınılan ya da ibadet edilmek ye saygı gösterilmek için seçilen her şey.
• Endâd: Aile, mesken (barınak), soy-sop veya mal gibi şeylerin kişiyi cezbetmesi ya da çekim alanına sokması nedeniyle, kişinin İslâ-mı bırakıp onları üstün görmesidir. İşte böyle şeylere Nidd, çoğul ifadesiyle Endâd denir. Yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:
“İnsanlardan bazıları Allahdan başkasını Allah’a (haşa) denk tanrılar (endâd) edinir de onları Allah’ı sever gibi severler,” (Bakara, 2/165).
ıevnıa Kelimesi
Erbâb: Kişinin hakka muhalefet etmesi ve karşı gelmesi ve kendisine de itaat etmesi için ona fetva veren ve böylece kişiyi itaati altına alan herkes. Rabbim şöyle buyuruyor:
“Onlar, Allah’ı bırakıp da bilginlerini ve rahiplerini Rablar
(Erbab = ilahlar) edindiler.” (Tevbe, 9/31).
Tevhid kelimesi, dört şeye de inanmayı gerekli kılar. Yani dört şeyin isbatını öngörür.
a) Sadece Allah’ı amaçlamak ve O’na yönelmeyi emreder.
b) Saygı ve sevgiyi Allah’a karşı göstermeyi gerekli kılar. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
“İman edenlerin Allah’a olan sevgisi ise, daha güçlüdür.” (Bakara, 2/165)
c) Korku ile ümit arasında olmayı gerekli kılar. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecekte yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O bağışlayandır.” (Yûnus, 10/107).
İşte kim bunları biliyor ve tanıyorsa, o Allah (c.c)’dan başkanıyla olan tüm ilgilerini keser. O hiç bir zaman batılın karanlıklarını büyütüp onlara değer vermez. Nitekim Rabbim Hz. İbrahim’den haber verirken -Ona ve bütün peygamberlerimize salat ve selâm olsun- onun putları nasıl kırdığını ve kavminden nasıl ilgisini kesip onlardan uzak bulunduğunu bildirmektedir:
“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki, “Biz sizden ve sizin Allah’dan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Alllah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (Mümtehîne, 6(/4)[13]
Aslında Kur’ân başından itibaren sonuna dek “Lâilâhe illallah” kelimesinin manâsını açıklamak üzere gönderilmiştir. Bu itibarla o şirki ve benzerlerini reddediyor. Aynı zamanda ihlâsı ve bunun prensiplerini kabulleniyor. Allah’ın razı olup hoşnud kaldığı her salih amel ve söz aslında ihlas kelimesinin kavram ve kapsamı içerisinde ifadesini bulup yerini almaktadır. Çünkü bunun dine delaleti bir çok yönden olmaktadır. Bunları ya mutabakat manasıyla, ya tazammum manasıyla veya iltizamı kavramlarıyla hepsini içermektedir. Yani dini tüm bu anlamlarıyla gerçek manasıyla kapsamına almış olmaktadır.[14]
Takva: Şer ve isyanı bırakmak, terketmek suretiyle Allah’ın gazabından, azap ve intikamından sakınmaktır. İbadette ihlaslı ve Allah için samimi olmaktır. Allah’ın şeriat olarak gönderip bağlı kalınmasını emrettiği şeylere uymaktır. Nitekim Abdullah b. Mes’ûd (r.a) şöyle buyuruyor: “Allah’a karşı gelmeyi terketmen, Allah tarafından bir nûr üzerinde olmanın delilidir. Aynı zamanda Allah’ın vereceği cezadan korkman da öyledir.”[15]
Ancak Rasûlullah (s.a)’ın ashabı acaba bu kelimeyi tam olarak nasıl anladılar ve tanıdılar? Buna nasıl tam bir şekilde bağlandılar? Tam olarak bu kelimenin hükümleriyle nasıl amel ettiler, hükümlerine bağlılıkları nasıl oldu, gereğiyle nasıl amelde bulundular, bunun şartlarını acaba ne şekilde tam olarak yerine getirdiler?
İşte işin bu yönünü değerli İmam Süfyân b. Uyeyne[16] açıklamaktadır. Muhammed b. Abdulmelik el-Masîsî’nin bildirdiğine göre demiştir ki:
“Biz hicri 170 yılında Süfyân b. Uyeyne’nin yanında bulunuyorduk. Bu sırada birisi kendisine İmân hakkında soru sordu. O da cevap olarak: “İman, inandığını dil ile söylemek ve onu amel olarak pratikte de uygulamaktan ibarettir.” dedi. Adam: “İman artar ve eksile-bilir mi?” diye sordu. Hz. Süfyân: “Allah (c.c) dilediğince artar ve eksilir de. Öyle ki -Süfyân parmağıyla işarette bulunarak- bu (parmak) kadarı da kalmaz.” diye cevapladı. Adam sorusuna devamla: “O halde yanımızda bulunan bazı kimseler, iman sadece söz (dil) ile söylemekten ibarettir, amel (pratikte) uygulama gerekmez, demektedirler. Biz bunlara karşı nasıl davranmalıyız?” diye sordu. Hz. Süfyân cevabında dedi ki: “İman’ın sınırları ve hükümleri henüz kesinleşmeden ve belirlenmeden önce durum onların dediği gibiydi. Aslında Allah (c.c), peygamberimiz Muhammed (s.a)’i bütün insanlara:
“Lâ ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah” demeleri için peygamber olarak göndermiştir. Yani Allah’dan başka ilah yoktur ve Hz. Muhammed de O’nun elçisidir, Rasûlüdür, ikrarında bulunmaları için bütün insanlara göndermiştir ki, bu kelimeyi söyleyip itiraf etsinler. Bunu söylediklerinde, bu sayede kanlarını ve mallarını koruma altına (garantiye) almış olurlar. Ancak Tevhid kelimesinin hakkı olan cezalar bunun dışındadır. îmanda samimi olup olmamaları hesabıysa Allah’a havale olunmuştur. Allah (c.c), böylece onların kalpleriyle bu kelimeyi söylemelerinde doğruluklarını ve samimiyetlerini tesbit ettirince, bu defa peygamberine, onların namaz kılmalarını emretmesi emrini verdi.
Hz. Peygamber (s.a) de bu emre uyarak onlara emir verdi ve onlar da verilen emri yerine getirdiler. Allah’a yemin ederim ki, şayet onlar verilen bu emri yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ilk ikrarlarının herhangi bir yararı olmayacaktı.
Allah (c.c), onların bu husustaki emri yerine getirmede kalben samimi olduklarını ortaya koydurunca, bu defa, Hz. Peygamber’e, ashabının Medine’ye hicret etmelerini emretmesini bildirdi. Rasûlullah (s.a)da onlara bu emri verdi, onlar da derhal emri yerine getirdiler. Allah’a yemin ederim ki, şayet bunlar verilen bu ikinci emri yerine getirmemiş olsalardı, bu durumda ne ilk ikrarlarının ne de namaz kılmalarının kendilerine herhangi bir menfaati olmayacaktı.
“Allah (c.c) onların hicret konusunda da gerçekten içtenlikle doğru ve samimi olduklarını ortaya koydurunca, bu defa onlara tekrar Mekke’ye dönüp orada babaları ve kardeşleriyle kendileri gibi oluncaya dek savaşmalarını emretti (müslümanlarm söylediklerini söylemeleri, namaz kılmaları ve onların hicret etmeleri gibi görevlen yapıncaya kadar babaları ve kardeşleriyle savaşmaları emri verildi). Hz. Peygamber (s.a) onlara Allah’ın bu emrini iletti, onlar da derhal gelen emri yerine getirdiler. Öyleki inananların içlerinden babasının başım alıp getirenler oluyordu da Hz. Peygamber (s.a)’e şöyle diyordu:. “Ey Allah’ın Rasûlü! İşte kâfirlerin başının başı.” Vallahi, şayet onlar bu verilen emri yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ne ilk ikrarlarının, ne namaz kılışlarının, ne hicretlerinin, ne de savaşmalarının kendilerine hiç bir yararı olmayacaktı.”
Allah (c.c) onların bu husustaki samimiyetlerini de ortaya koydurunca, bu defa onların Ka’be’yi tavaf etmelerini, taabbudî olarak bu görevi yerine getirmeleri emrini Rasülüllah’a verdi, aynı zamanda başlarını da bir tezellül olmak üzere traş etmelerini emir buyurdu. Onlar da derhal bu emri yerine getirdiler. Vallahi onlar bu emri de yerine getirmemiş olsalardı, bu takdirde ne ilk ikrarlarının, ne namazlarının, ne hicret etmelerinin, ne de babalarının öldürmelerinin kendilerine bir yaran olmayacaktı.”
Allah (c.c), onların bu husustaki kalbî samimiyetlerini ve doğruluklarını ortaya koydurunca, peygamberine, onların mallarından onu
temizleyecek bir sadaka = zekât almaları emrini verdi. Rasûlullah (s.a) de onlara Allah’ın bu emrini bildirdi, onlar da derhal emri yerine getirdiler. Öyleki herkes gücü oranında az olan azını, çok olan da çoğunu olmak üzere alıp getirdi. Allah’a yemin ederim ki, şayet onlar bunu yerine getirmemiş olsalardı, ne ilk ikrarlarının, ne namaz kılışlarının, ne hicret etmelerinin, ne babalarını öldürmelerinin, ne de Ka’-be’yi tavaf etmelerinin kendilerine bir yaran olmayacaktı.”
İşte bu minval üzere Allah (c.c) peş peşe göndermiş olduğu emirlerini, kısaca şeriatını, iman esaslarını ve sınırlarını böylece onların kalben tasdiklerini ve doğrulamalarını tesbit ettirdikten sonra, peygamberine ashabına şu hususu iletmelerini bildirdi:
“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.” (Maide, 5/3).
Süfyan b. Uyeyne diyor ki: “Kim iman temellerinden biri olan bu şeylerden herhangi birisini terkeder bırakırsa bize göre o kimse kâfirdir. Kim de sırf tembelliğinden dolayı onları terkederse veya küçümsediğinden ötürü bırakırsa biz onu da te’dip ederdik “-hizaya getirirdik” ve o kimse bu davranışıyla da bize göre fasık sayılır. İşte Sünnet bunu gerektirir. İnsanlardan sana bu hususta soru soranlara, bunu benden kendilerine ulaştır.”[17]
İslâm alimleri “Lâ ilahe illallah” Kelime’i Tevhidi için yedi tane şart ileri sürmüşlerdir ki, kişi bu yedi şartın tümünü yerine getirmedikçe, bunları kendisinden toplamadıkça bazılarının yerine getirilmesinin sahibine herhangi bir yararı yoktur.
Yoruma kapalı.